Prof. Dr. Çiler Çilingiroğlu'nun 3 Ocak 2023 tarihli Yenigün Gazetesi'ndeki köşe yazısıdır.
Emin Alper’in senaryosunu yazıp yönettiği Kurak Günler filmine ayırmak istiyorum bu yazıyı. Film üzerine yazılıp çizildi, Kültür Bakanlığı’nın verdiği hibeyi faiziyle geri istemesi çok kereler haberleştirildi, keza seyircinin dayanışma amaçlı filme gösterdiği ilgi ve sevgi de. Filmi ben Karaca Sineması’nda izledim. Henüz izlemeyenlere tavsiye ederim.
*Spoiler uyarısı*
Film, estetik ile korkunç olanın ince arayüzünde karşılıyor bizi. İki karakterimiz, bir obruğun kenarında dikilmiş onu incelemekteler. Karakterler gibi biz de hayranlık ve ürpertinin zihnin ilkel kısımlarını kıpırdatan heyecanına kapılıyoruz bir an. Ancak karakterlerin sohbeti farklı bir yere kayıveriyor: Yerel politikaya dahil olmanın incelikleri üzerine konuşmaya başlıyorlar. Böylece senaryonun bize aktaracağı dünyaya dair ilk önemli emareleri toplamış oluyoruz: Obruğun çağrıştırdığı ekolojik felakete dolanık bir yerel politik çekişme.
Bu andan itibaren tam bir Antroposen hikâyesinin içine giriyoruz denebilir. Obruk, nesnel bir realite olduğu kadar, aynı zamanda Antroposen ahlakın güçlü bir temsilini canlandırıyor. Bu ahlak topluma ve doğaya adaletsiz bir tasarım sunmaktadır. İnsan artık jeolojik failliğini tesis etmiştir yeryüzünde. Kibri, açgözlülüğü ve hırsı tüm varlıklara doğru genişlemiş ve onları yutmuştur. Yunan mitolojisindeki Rhea’nın doğurduğu tüm çocukları yutan Kronos gibidir Antroposen insanı. Olur da kendi egemenliği sona erer diye korkusundan, kendi öz çocuğunu bile yemeye razıdır çünkü o.
Film ilerledikçe anlıyoruz ki Konya’nın bir kasabasında geçen olaylar, buraya yeni atanan idealist, saf bir savcının kirli ve girift yerel politika içine sürüklenişiyle çığırından çıkar. Yerel halkın uzun su kuyruklarında plastik bidonlarla bekleyişi sürerken bu mutsuz kitleye umut aşılayan kişi idealist, genç savcımız değil; yoz, yobaz ve popülist yerel elitlerdir. Diğer yandan, yerel yapıya kayıtsız bir uyum sağlayarak yaşamına devam eden kadın hakim ise merkez-taşra ikiliğinde kimin kimi dönüştürdüğüne güzel bir örnek teşkil etmektedir. Öyle ki savcı Emre’ye durmadan taşranın kılcal damarlarına işlemiş gündelik kötücüllüğü ve ikiyüzlülüğü bir obruğun nesnel derinliği gibi değiştirilemez bir şey olarak anlatmaya gayret ederken görürüz onu.
Hikayenin en ilginç karakteri yerel gazeteci Murat. Esasen kirli çarka çomağını sokmayı gerçek anlamda tek başaran da o. Görünen o ki “böyle gelmiş böyle gider” veya “coğrafya kaderdir” gibi ülkemizde çok sevilen kabulleniş düsturlarını içeriden gelen sahici ve kanıta dayalı rasyonel eleştirisiyle sarsmayı başarır. Savcının devleti temsil eden politik gücünü kendine katarsa bu gidişatı değiştirebileceğinin farkında olan kişidir O. Bu yüzden herhangi bir karakter değil, bir kahramandır. Savcı'yı kendi davasına ikna ettiği andan itibaren de ilk defa yerel camia tarafından ciddiye alınan bir kahraman. Tam da bu nedenle nefret söylemlerinin hedefine oturtulup Türkiye’den alışık olduğumuz tarzda bir lince uğraması kaçınılmaz kişi. Evlerinde suyu bile akmayan, doğru dürüst yıkanamayan kasaba halkı, içinde biriken ama nereye kanalize edeceği konusunda tereddütlü olduğu öfkeyi tutup onları çoraklıktan kurtarmaya çalışan ancak kültürel olarak başka bir evrene ait kahramanlara yöneltiyor. Bu noktada filmin gergin havası obruklardan daha beter bir ağırlık yaratıyor insanın yüreğinde. Yoz yerel siyasetin tiksinç ve şiddete meyilli halleri yakın tarihten bildiğimiz olayları bize anımsatırken aynı olayların her an tekrar başımıza gelebileceği gerçeğiyle de yüzleştiriyor.
Comments