Prof. Dr. Çiler Çilingiroğlu'nun 6 Aralık 2022 tarihli Yenigün Gazetesi'ndeki köşe yazısıdır.
Dünya tarihinin en adaletsiz ekonomik sistemi içinde hayatta kalmaya çalışıyoruz. Birkaç oligarkın müstehcen fantezilerini besleyen işçi karıncalar gibiyiz. Kamu dahil tüm kurumlar ve sektörler sadece daha fazla büyüme ve kâr üzerine inşa edilmiş bu çarkları durmadan döndürme çabasında. İnsanlar arası eşitsizlik tarihte emsali görülmemiş bir noktaya ulaşmış. İşin ironisi, 21. yüzyılda kapitalizmin kanlı dişlileri hiç olmadığı kadar bizlere görünmez olmuş. Sanki dünya hep böyleydi ve hep böyle kalacak gibi geliyor hepimize. Sanki bu düzen daha sadece birkaç yüzyıllık değil de ezeli ve ebediymiş gibi hissediyoruz. Sanki büyümenin durması veya bankaların kâr etmemesi bizim başımıza gelebilecek en büyük felaket. Sanki, kapitalizmin sona ermesi, ekosistemin sona ermesinden daha korkunç.
Peki neden milyarlarca insan bir avuç ultra zengini beslemek için canını ortaya koyarak çalışmak zorunda? Bu neden elimizdeki tek ekonomik düzen olsun? İşin doğrusu, elimizdeki tek ekonomik model bu değil. Tüm televizyon ekonomi programları, ekonomi ders kitapları veya gazetelerdeki finans köşeleri bize aksini pompalasa da kapitalizm tek alternatifimiz değil.
Ekosistemin kitlesel bir yok oluş yaşadığı Antroposen çağda, insanlık da esasen aynı sistemin altında can çekişiyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün rakamlarına göre, yılda 1 milyon emekçi işyerindeki kazalarda ölüyor. Yalnızca Türkiye’de günde en az 4 iş cinayeti işleniyor. Daha geçen günlerde Çin’deki iPhone fabrikasındaki isyanı izledik. Üretimin aksamadan sürmesi ve hep artması için insanlar onur kırıcı koşullarda ve çok düşük ücretlerde zorla çalıştırılıyorlar. Ne için, kimin için?
Diğer yandan, gezegenin ekosistemi tarihte olmadığı kadar katlediliyor. “Doğal kaynak” olarak değerlendirilen her varlık, sonuçları düşünülmeksizin sömürülüyor, tüketiliyor, piyasaya arz ediliyor ve hep daha fazla talep yaratılıyor. Günümüzde canlıların soyları o kadar hızlı tükeniyor ki bunu tam olarak sayılarla hesaplayamıyoruz bile. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF)’nın tahminlerine göre, canlıların soyu normal oranlardan 1000 ila 10 bin kat daha hızlı tükenmekte.
Bu irrasyonel rezaletin arkasındaki gerçek aktörü doğru tespit etmek ve adını çekinmeden, korkmadan söylemek gerekli: Tüketim düzenimiz, sermaye sınıfı, sermayeye hizmet eden devletler, kapitalizm ve kapitalizmi içselleştirmiş halklar.
Less is More, Az Çoktur
Bu apaçık realiteden hareketle, dünyadaki canlılığın sürmesi ve insan yaşamının onurlu bir biçime evrilmesi için yapmamız gereken çok belli: Kapitalizmi lağvetmek, onu hacklemek. Bunun için önerilen ekonomik yaklaşımlardan biri Degrowth veya küçülme ekonomisi olarak adlandırılan yeni bir ideoloji, yaşam tarzı.
Kapitalizmin körüklediği toplumsal eşitsizlikleri, adaletsizliği, şiddeti, gerilimi ve huzursuzluğu artık kabul edilebilir bulmuyoruz. Ekonomi antropoloğu Jason Hickel tarafından son yıllarda yazılan kitaplar bu konuyla ilgili, benim de bu yazı için başvurduğum, temel kaynaklar; ancak Degrowth 1970’lerden beri literatüre girmiş bir kavram.
İşin ilginci, ne kapitalist ne de Sovyet tipi sosyalist ekonomiler küçülme ekonomisini benimsediler. İlerleme ideolojisi altında her ikisi de her zaman daha fazla büyümeye, sanayileşmeye, parasal genişlemeye önem verdi. Ancak bugün geldiğimiz noktada, insanlık kendini tarihin en büyük sefaletinin içinde buldu. Demek ki bu büyüme düsturunda bir sorun var. En azından insanlığın %99’u için büyüme ideolojisi pembe bir refah alemi yaratmadı. Kaldı ki sonsuz büyüme diye bir şey de yok. Kapitalizmin özünde bir kriz ekonomisi olduğunu söyleyen Marx’ı burada anabiliriz. Önünde sonunda bu balon patlayacak, isteyelim ya da istemeyelim.
Küçülme ekonomisi, kapitalizmin ana ideolojik damarlarına karşı. Ekofeminist bir yaklaşımı benimsiyor. Postkapitalist bir dünyanın tasarımını çizerken, sürdürülebilirlik gibi yeşil kapitalizmin benimsediği şiarlardan da uzak duruyor. Kolonyalizmin halen sürdüğünü ve sömürgeci ekonominin bitmesi gerektiğini savunuyor. Zengin Kuzey (ABD, Kanada, AB, Çin, Rusya) yoksul Güney’i (Afrika, Güney Amerika) halen sömürüyor. Extinction Rebellion gibi örgütlerin benimsediği genel çerçevenin bu olduğunu görüyoruz.
Küçülme ekonomisi bir ütopya değil veya Paleolitik yaşam şekline geri dönmek anlamına gelmiyor. Küçülme ekonomisi rasyonel bir tutumla sonsuz büyümenin mümkün olmadığını bize hatırlatıyor. Büyüyerek yoksullaşma ve borçlandırma yerine bolluk ekonomisini tercih ediyor. İnsanı, dünyanın sınırlılığını tanıma konusunda uyarıyor. Günlük yaşam pratiklerimizi değiştirmemizi salık veriyor ancak bunu yeterli görmüyor. Sonsuz tüketimi ve doğa-emek sömürüsünü kendine tek ilke edinen ekonomik sistemimizle yüzleşmemiz ve onu aşarak yeni bir ahlak yaratmamız gerektiğini vurguluyor. Bu yeni düzen; denge, adalet ve müştereklerin ortak paylaşımı üzerine kurulu olacak. Hayvanlar, ormanlar, kadınlar, işçiler, köleler, işsizler ve atmosfer rahat bir nefes alacak. Bunu yapacak ekonomik kapasitemiz var. Ama cesaretimiz var mı acaba?
Comments